27 Aralık 2019 Cuma

KAYSERİ UÇAK FABRİKASI

Şaşırmamak, bu azme hayran olmamak mümkün değil. 
Kayseri Uçak Fabrikası ilk açıldığında fabrikanın elektriği yokmuş. Jeneratörlerle çalıştırılmış. Sonra tren yolu yapılmış ve büyük jeneratörler gelmiş. Hirfanlı Barajı yapılıncaya kadar elektrik böyle sağlanmış. 
Kendi havaalanı olmadığı için kanatları at arabalarıyla boş arazilere çekilerek uçaklar orada birleştirilmiş. 
Fabrikanın inşası sırasında eşek, katır, deve bile kiralanmış.
Gıda ve giyeceğin tamamı Kayseri iç piyasasından karşılanmış. Böylece marangoz, manav, hububatçı, terzi, ayakkabıcı, demirci, bakırcı gibi zanaatkârlara üretim yapma imkanı doğmuş. 
Anneler oğullarıyla "Oğlumuz tayyare pavlikasında çalışır." diyerek övünürken; fabrika, fabrikadan öte bir eğitim kurumuna dönüşmüş ve tornacı, frezeci, kaportacı, kaynakçı, motorcu ustaları, şehrin metal sanayisinin temelini oluşturmuş. 
Atatürk kimdir? sorusunun binlerce cevabından biri; "Yoklukta uçak üreten, ürettiği uçakları hem satan hem de İran'a hediye bile edebilen kahramandır." olsa gerek. 
Yukarıdaki bilgiler, Kayseri-Marka Dergisi'nden alınmıştır. Detaylar ve diğer fotoğraflar bu dergide bulunabilir.

26 Aralık 2019 Perşembe

Alexander Saidov



Alexander Saidov 1970 | Rus ressamı
Saidoff, 1970 yılında Pavlovsk, Dağıstan, Rusya'da dünyaya geldi. Alexander'ın ailesi, bir noktada Dağıstan'daki dağlık bölgeyi yöneten bir klana aitti, ancak bu da sonunda diğer klanlarla uzun süren kavga serpiştiriyordu. Ailesi sanatsal yeteneğe sahipti; Üyelerinin çoğu dansçılar, şarkıcılar, müzisyenler ve ressamlardı. Bir çocukken, İskender ailesinin sanatsal geleneğini takip etme arzusu taşımadı; bunun yerine bir sporcu olmak için istekli, tercihen bir koşucu oldu. Bununla birlikte, St. Petersburg'a bir aile gezisinde, ergenlik çağındaki Alexander bazı Rembrandt'ları gördü ve fikrini değiştirdi: bir ressam olmak istedi. Lisede, sürekli boyanmış ve becerilerini gerçekçilikte geliştirmiş, örneğin zaman zaman bir park bankında bir madeni parayla boynuz oynuyordu. Üniversite boyunca, kendisini desteklemek için insanların evlerinde duvar resimleri çizdi ve 1989'da mezun olduktan sonra Alexander, Rusya ve Ukrayna'da sokak portreleri resim çalışmasına başladı. Daha sonra İtalya ve Fransa'da aynı şeyi yapmaya başladı ve çalışmalarını seven ve onu Amerika Birleşik Devletleri'nde satmaya teşvik eden bazı Amerikalı turistlerle bir araya geldi. 1995 yılında Alexander, Rusya'daki prestijli Sanatçılar Birliği'ne kabul edildi ve o zamandan beri Rusya genelinde birçok şehir, eyalet ve ülke çapında etkinliğe katıldı. 2003 yılında çalışmalarını St. Petersburg'daki Başkanlık sarayında koleksiyon ve Moskova'da Rus Güzel Sanatlar Akademisi de dahil olmak üzere Rusya'daki daimi müze koleksiyonlarına dahil etmeye başladı.

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Kim demiş tarih sıkıcıdır diye...



Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün, 1500'lerde İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:
İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı . Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the Baby out with the Bathwater) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining Cats and Dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt Poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (Thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu...
Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur. Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı.
Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the Fat) adı veriliyordu.

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı . Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti 'Graveyard Shift') denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the Bell') bazıları da 'ölü zilci' (Dead Ringer) olurdu.

Gerçekler bunlar:
Kim demiş tarih sıkıcıdır diye:

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.

Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...
ALINTIDIR

15 Mart 2019 Cuma

Mehmet Nusret


Cübbe giydirdiler; başına sarık bağladılar. Kasımpaşa Büyük Cami'de öğle namazlarından sonra Kur'an okudu.Dinleyenler ağladı ve tecvid bilmesine şaşırdı.
Hafızdı ama yaşı küçüktü…Öyle ki annesi oruç tutmasını istemiyordu. Babası bile,
sadece ramazanın ilk ve son günü oruç tutmasına izin verdi. Oysa o, çocukluğunda aksatmadan oruç tuttu...

Ve…
Ramazan'da kimi günler tekkede zikire katıldı.
Üstünde beyaz bir entari, bir hırka, başında tepesi tuğralı bir arakiye vardı.
Semahanenin ortasında on tane derviş dönüyordu; içlerinden biri Mehmet Nusret'ti...

Dervişler; yanaklarına uçları sivri şiş batırıyordu. Batıranlardan biri, Mehmet Nusret'ti.
Çocukluğunu hiç yaşayamadı. Çember çevirmedi; zıpzıp, bilye almadı eline: uçurtma uçuramadı, körebe,
elbende, uzuneşek, birdirbir oynayamadı. "Çocuk olmuş tek bir günüm yok" diyecekti yıllar sonra…

Hep define arayan babası, II. Abdülhamit hayranıydı. Mustafa Kemal'i sevmiyordu ve "Kör Kemal" diyordu! Çevresi de öyleydi; bağlı olduğu Çürüklük Dergahı şeyhininoğlu Ankara'daki
millicilerle savaşmak için Kuvay-i İnzibatiye yazılmıştı...

Oysa Galip Amcası, Kuvayı Milliye'den yanaydı. Garplılaşmadan yanaydı. Medeniyetten yanaydı.

Yıllar sonra şöyle diyecekti: "Galip Amca olmasaydı beni okutup yetiştirmeseydi, ben bugünkü ben olamazdım..
Anama ve ona çok borçluyum…"

Annesi, oğlunu hükümet mektebine ("Mekteb-i İptidaiye" ya da "İptidai Mektebi") vermek istiyordu. Babası ise hükümetten gelen her şeye karşı idi. Oğlu, hafız, derviş ya da sarıklı hoca olacaktı...
O dönem, "tenassur" yani "Hristiyan olmak", diye bir söz vardı; babasına göre hükümet mektebine gidenler, tenassur ediyor/ kafir oluyorlardı…

Osmanlı bitmiş, Cumhuriyet kurulmuştu…
Babası nasıl kızmasın; Çürüklük Tekkesi şeyhinden "postnişin" icazeti almıştı; yani kendisi
tekke kurabilecekti. Tam kuracakken Cumhuriyet tekkeleri kapattı...

Cumhuriyet, yıllardır işsizlik çeken Galip Hoca'yı Gebze'nin Balçık Köyü'ne öğretmen atadı. Öğrencisi Mehmet Nusret de Cumhuriyet sayesinde ilk parasını kazandı: 50 kuruş!
Yasaya göre, imamlar sınavdan geçecek ve sınavı veremeyenlerin imamlığı alınacaktı.

Mehmet Nusret, Kasımpaşa pazar yerinin dibinde bir caminin imamına haftada 50 kuruşa Tecvid ve Arapça öğretmeye başladı.
Cumhuriyet, Mehmet Nusret'in yaşamını kökten değiştirdi; 1924'te İstanbul
Süleymaniye'deki devlet okulu Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'ne üçüncü sınıftan başladı...

Ressam olmak istiyordu… Annesi ise deniz subayı olsun istiyordu…

12 yaşında annesini veremden kaybetti. Son sözü; "Oğlum yatılı okuyor, gözlerim açık gitmeyecek" oldu…
Darüşşafaka…

Ve Kuleli Askeri Lisesi…

Mehmet Nusret subay çıktı.

Zamanla "Aziz Nesin" oldu…